23 Ekim 2016 Pazar

KÜÇÜK SARI BALIK


Ben bir mıknatısım, buna hep inandım. 

Eskiden bela mıknatısı olduğuma inanırdım. Problemli, ölümcül, şiddetli, kördüğüm ne varsa onları çekerdim böyle inandığım için de. Güzel başladığı için asla masal olamayacak hikayelerim olmadı benim. 

Ben hala bir mıknatısım.  İçimde ne varsa onu çekiyorum hala. Korkularım vücut bulup karşıma dikiliyor bazen hayatımda. Üstüne yürüyorum onların, her adımda bulanıklaşıp yok olmalarını izlerken hem şaşırıyorum, hem şaşırmıyorum. Bugün küçük sarı bir balık çektim kendime. Sahilde denize bakıp otururken incecik küçücük sarı bir balık geldi. İçimden gitme dedim, bir hikaye anlat bana. Balık bana yakın yüzdü biraz. Gittiğinde bana bir hikaye anlatacak iki arkadaş gönderdi. Anlattılar, küçük sarı balık tarafından gönderildiklerini hiç bilmeden. 

Dün karşıda işlerim vardı, geldiğimde masanın üstünde el yazısıyla yazılmış poğaça tarifi buldum, mutfakta da tarifin vadettiği poğaçaları. Annem internetten araştırıp pufidik poğaçalar yapmış. Annem sevmez yemek yapmayı, interneti de pek bilmez. Dün de kendime poğaça çekmişim, poğaça mıknatısı oldum bilmeden. 

Aptal gibi görünmekten korkup müziğe tempo bile tutmam bazen. Dans etmeyi beceremediğimi herkes bilsin istemem. Eğlence çektim kendime iki gün önce, o da kendiliğinden geldi. Artık sadece mutfakta yalnız yemek yaparken dans edip şarkı söylemeyeceğim. 

Ben artık bela mıknatısı değilim. Güzel arkadaşlar çektim kendime, kitaplardan, doğal tıptan, inançlardan ve dünyadaki hikayelerimizden konuşabildiğim, içimde pır pır edenleri kanat çırptıran arkadaşlar. 

Küçük sarı balıkla tanıştığım gün bugün. Çok siparişlerim var daha, çok sorularım var etrafa püskürttüğüm. Hiç beklemediğim anda gelip birisi bir tanesini cevaplıyor sonra yoluna gidiyor. Çünkü artık cevaplar çekiyorum kendime. Sarı balıklar, lezzetli poğaçalar, ışık saçan arkadaşlar, güneşin altında sıcacık bir sonbahar çekiyorum. Hayallerinden bahsederken gözlerinin içi gülen kadınlar çekiyorum. Hayat küçük sarı balıklar gönderiyor sadece aslında. Dikkatli bakmazsan göremeyeceğin küçücük sarı balıklar.

19 Ekim 2016 Çarşamba

TOKAT


Hayatta en çok beni tokatlayabilmiş insanlar için şükrediyorum, bazı gerçekler sadece ani ve yakıcı bir şekilde suratında patladığında kabul edilebiliyor çünkü. Denetçi eğitiminde anlatmışlardı, denetlediğin yerin ilk tepkisi inkar olur genelde eksiklerini kendilerine gösterdiğin zaman. Sonra öfke, ardından sadece kabullenmeyi başaranların ulaşabildiği düzelme aşaması. Günlük hayatlarımızda da böyle galiba, kabullenmesek de en çok bizi bize yansıtanlara öfkeleniriz. Dünyanın hızı içinde bu öfkeleri veya öfkecikleri irdelemeye vaktimiz ve egolarımızın altında ezilmeden kalmış, kendi karanlık tarafımızla yüzleşmeye birazcık cesaretimiz olsaydı göreceğimiz şey aynadaki yansımamız olurdu. 

Gururla söyleyebilirim ki dün güzel bir tokat yedim. Uzun zamandır konuşmak istediğim bir kişi, telefonda beni öyle güzel tokatladı ki kapattıktan sonra bir süre oturduğum yerden kalkamadım. Önce bu kişinin konuşup ahkam kestiği durumla ilgili en ufak bir fikrinin olmadığını hatta camdan bir kavanoz içinde japon balığı gibi pastörize bir hayat sürdüğünü düşündüm. Sonra beni yapmak istediklerimden engellemeye çalıştığı için öfkelendim. Kimdi ki o, yerdim ben onun bilmiş bilmiş konuşmalarını, çiğner tükürürdüm... Sonra bir hışımla evden dışarı attım kendimi kafa dağıtmak için. Geri döndüğümde adam haklı demiştim. Sadece uzun süredir yüzleşmekten kaçındığım zayıf noktama bilmeden spot ışığını çevirivermişti. Alt tarafı adam haklıydı. Söylediği sözlerin beni bu kadar kışkırtmasının da doğal olarak onunla bir ilgisi yoktu. 

Kabuğunu delip derine işleyebilen birşeylerin olması güzel bence. Benzer hikayelerin fabrikasyon karakterleri olmaktan korur bizi yara kabuklarımız. Biraz yükselip tepeden bakıldığında hareket halindeki canlılar topluluğuyuz en nihayetinde, karıncalara baktığımızda bizim gördüğümüz gibi. Hani etrafına bir çizgi çekince çizginin öteki tarafına geçemeyen karınca var ya, bir de çizgiye kafa tutanlar var işte. Onlar sürüden ayrılıp kendi hikayesini yaşamaya karar verenler, hani Akillah’ın dediği “çatlama cesareti gösteren tohumlar”. Tam bu noktada bambaşka bir cümle kurmak isterdim ama, biz o çizginin içinden çıkamayanlardan olduk şimdiye kadar. Onun için okumaya devam ediyorsun bu yazıyı hala. 

Bir çocuk üniversite öğrenimini devlet üniversitelerinden birinde bitirdiğinde bile devlete borçlu olarak atılıyor hayata. Doğal olarak ilk paniği bu borçları ödemek için acilen bir iş bulup ödeme tarihi geldiğinde hazır olmanın derdine düşmüş olduğundan yaşıyor. Zamanla üstüne eklene eklene gidiyor, falanca araba aldı, şu kadar maaş aldı, gitti (zevksizlik abidesi lego mantığıyla yapılmış) bıdı bıdı sitesinden ev aldı. Koş yetiş statünü korumak için. İşte bu motivasyonla uzaydan bakıldığında karınca sürüsü gibi hareket etmekte olan bizin hikayesi bu. İçimizde potansiyel büyük, gel gör ki gömleği çıkarıp taytla kalmaya çekindiğinden Clark Kent’e hapsolmuş Superman’leriz biz. Sahip oldukça esir olanlarız. Bu kafayı koparmak lazım, kendimizi etiketlemek için hayallerimizi tavanarasına kaldıranlarız.

Bu aralar üst üste geldi, hayalleri hayatlarının gırtlağını sıkmaya başlamış insanlar ne çok. Ömrü boyunca naylon hedefler kovalamanın yakalasan da tat vermediğini, toplum istediği için evli, kadınlar öyle sevdiği için kaslı, özgeçmişinde şık durduğu için bıdı bıdı holdingin çalışanı olduğunu fark edenler buraya. Kürk Mantolu Madonna’yı okumuş gibi yapanı kınayabilmek için Sabahattin Ali’yi gugıllayanlar sonraki vagona. 

Hem duymaktan, hem de söylemekten asla bıkmayacağım: ne yaşıyorsam benim eserim, benim seçimim. Çatlamaya cesaret gösterememişsem gösteremeyeceğim anlamına gelmez. Tohumun uykudaki hayata hazırlığını yaşıyorumdur belki ya da değil. Şükürler olsun yüzüme çarpıp beni uyandıran her şeye. Bu kadar lafı aslında tek bir kişi için yazdım, en kıymetlime... 
Not: Gaza gelip tokatlamaya kalkışan olursa burnunu iki parça ederim=)
Öpüldünüz...







15 Ekim 2016 Cumartesi

SOL ELİM


Tek elle yazmak zormuş. Dün sol elimi kırdım, zayıf olduğunu düşündüğüm, pek iyi çalışmayan sol elim. Sol kroşem zayıftır, telefonda mesaj bile yazamam sol elle, ama alçıya alındığında epey hissediliyormuş eksikliği. Acil servisteki sevimli doktor gıda zehirlenmesiyle gelip alçıyla çıkan ilk hasta olarak tarihe geçtiğimi söyledi. Alçımı yapan bayan ise o yemekteyken olanları kaçırdığını, bunu nasıl başardığımı sordu. Bunu anlatacağım, ama önce hayatımda beni motive eden şeylerden bahsetmek istiyorum. Herkesin böyle bir listesi olmalı çünkülük, göz önünde durmalı. 

En başında zümrüd-ü anka efsanesi var, ilk dövmem. Efsanenin benim sevdiğim metnini şuradan okuyabilirsiniz:

http://sgmyazilim.com.tr/saygigunenc/efsanevi-simurg-zumrudu-anka-kusunun-hikayesini-bir-de-benden-dinleyin/

Efsaneye göre, kurtuluş beklediğin şeyin en sonunda sen olduğunu anlarsın, çok çabalardan, çok fedalardan sonra... Bana ne zaman altından kalkamayacağımı düşündüğüm bir şey olsa, bu yangınla yeni bir ben olarak mücadele edebileceğim gücün içimde bir yerlerde olduğunu hatırlatır dövmem. Acıya, yangına çok büyük saygım var bu yüzden, içinden bir kez geçtiğinde asla eskisi gibi olmazsın. Çoğu insan yaşadıklarının insanları sertleştirdiğini söyler. Her yokuştan daha güvensiz, daha temkinli çıkarlar. Bu bana hayata küsüş gibi geliyor. Çok düşündüğümde bulamadığım, kalbimde hissettiğim şu ki hayatın bir yapıtaşı varsa eğer, içinde korunma duvarı, güvensizlik, şüpheler ve korku olmayan bir sevgi taneciği olsa gerek. Hastalanmış yaşamlarımız yapıtaşını bozduğumuzdan...

Kendimi bildim bileli bir hayvanseverdim. Öyle bir aileden de gelmiyorum üstelik. Hayvanat alemini izledikçe hayatımın ikinci büyük motivasyonunu hediye etti onlar bana, hayat enerjisi. Hayvanın iki bacağı tutmuyor, birileri merhamet gösterdi diye hayatına devam edebiliyor, ama zıplamaya başlaması için mamayı görmesi yeterli. Hayatın tek gayesi neşe olmalı ama biz arayıp bulamazken hayvanat hiç kaybetmiyor neşeyi, bizse onların varlığını küçümsüyoruz. Hayvan ölsün diye bir kuyuya atılmış, bulunduğunda yüzü kurtlanmış bir et parçasına dönüşmüş. Tedavi etmeye başladıkları anda başlıyor mutlu mutlu kuyruk sallamaya, çünkü “an”da yaşıyor. Öncesi sonrası yok bir zamanda mutlu, neşeli. Bizimse günlük, haftalık, beş yıllık, ömürlük planlarımız var. İş görüşmelerinde soruyorlar, beş yıl sonra kendini nerede bıdı bıdı? Beş yıl sonra bu ülkenin, en azından bu şirketin varlığını sürdürebileceğine garanti vermezlerse cevaplamayın bu soruyu. 

Hayaller, müzikler ve uzak şehirler var listemde. Derine derine dalarken insan geniş açıyı kaybeder. Bu üçü hep başka bir hayatın mümkün olduğunu hatırlatır bana. Aç kızım kanatlarını! Azcık yüksel şu yeryüzünden! Bak kördüğüm dediğin şeyler aslında okyanusta damla bile değil. Gözünün görebileceği, gönlünün isteyeceği her yer sana yeni başlangıç... Gücün var mı bozup yeniden yapmaya, onu söyle sen... Ataların nasıl yaptı? Okunu fırlatır , düştüğü yere kurarsın çadırını en kötü, bir kez yaptın, yine yaparsın... Yerlerde sürünen tansiyonum yükselsin diye koluma bağlanmış serumun damlalarını sayarken içimden sayıklıyorum acil servis sedyesinde, herşeyi yoluna koyup Hindistan’a gideceğim Serpil teyzeyle, her gün duş almazsa çıldırmanın eşiğine gelen ben, evet. Koğuşta yerde yatıp bütün yükümü bırakmadan dönmeyeceğim geri...

Yavaşça toparlanıyor herşey. Röntgene girecekmişim, tansiyonum düşünce yere kapaklandığım, omzumu vurup elimin üstüne düştüğüm için. Tekerlekli sandalye geldi, “Haa, yok ben yürürüm.” , ayağa kalkış, geri sedyeye çöküş... İki tarak kemiğim çatlamış. Omzum sağlam. Alçı yapıldı. Verilen ilaçlardan, serumlardan kafam çok güzel. Arayanlara ne kadar iyi olduğumu falan anlatıyorum bütün gece. Hastanedeykense yandaki sedyede damar yolu açılırken ağlayan kız çocuğuna laf atıyorum , susturuyorum kızı, “ Bak bana kocaman alçı yaptılar” diye. Bugünü de tarihe böyle not ediyorum, sağlamsa eğer sol elinizi öpün, ona iyi davranın. 

9 Ekim 2016 Pazar

YANGIN MERDİVENİ


Garip şeyler yapma zamanım dolunay geceleridir normalde. Bu gece ay yarım limon dilimine benziyor. Yedinci katın yangın merdiveninden sesleniyorum, “Benden sevgi değil canımı istesen
Boynum kıldan ince vur gitsin beni”. Özenle biriktirdiğim anılar oynuyor yine gökyüzünde, açık hava sineması gibi. Ben yine yeniden yeniyetmeliğimde yazlıkta yaptığım gibi denize nazır yangın merdiveninden denizi seyrediyorum. Bu sefer Ege karşısı. Kafam dolu, termos kupam da, ikisinin de içinde ne olduğunu sormayın…
İnsan kuş misali, hayat düş misali. Nerdeeen nereye desem, uça uça gelip yine yirmi yıl önceki gibi dokuzuncu katın yangın merdivenine konmuşum. Yol uzun da, uzağa çıkmamış demek. Ondan belki yıllar geçmemiş gibi geliyor. İbrahim Tatlıses hala şarkı söylüyor, Ajda Pekkan hala hayatta, ben de hala patenleri ayağıma geçirsem buradan Alsancağa kadar kayarak gidebilirim bu durumda…
Ne kağıt, ne kalem, ne ateş var elimde bu gece. Bir dileğim yok, bin tane var. Hepsini unuttum, hatırlasam da yazamazdım, yazsam da yakamazdım yoksa yirmi yıl öncesindeki gibi yangın merdiveninden kovalardı komşular çünkülük. Çok gurur duyuyorum bu gece kendimle, nedeni yok. Olsa da söylemezdim, onun yerine bir İbrahim Tatlıses şarkısı daha söylerdim. Ciddi şeyler konuşmak için çok kısa geceler. Şarkı söyleyip dans edince de çabuk bitiyor. İnsan ne kadar çabalarsa çabalasın, yeterince dans edemiyor ömrü boyunca. Halbuki akıl hocam Osho diyorki, hayatın tek amacı neşeymiş, neşeyi kaybedince herşeyi kaybedermiş insan. İşte tam da bu yüzden en sevdiğim yer Ölüdeniz sahilindeki aşçısından, garsonundan müşterisine kadar herkesin dans ettiği Help!. Umarım henüz kapanmamıştır ve ben biraz daha uçup konana kadar daha sürdürür varlığını. 
Söyleyeceklerim bundan ibaret. Benim yine adını unuttuğum şu yenilenme hormonundan salgılamak istiyorsanız, gidin yatın geç olmadan. İbo’dan şarkılar dinlemek isteyen varsa 9. Katta yangın merdivenindeyim. İyi geceler dünyam, iyi geceler bir şekilde hayatıma dokunmuş insanlarım 

15 Eylül 2016 Perşembe

ÇAĞ ATLAMAK



Selocan'ın şırıltılı balkonunda sıradan bir gündü, yaz sonu, meltem, bahçeden gelen su sesi, masmavi ve bulutsuz gökyüzünde arada bir dikkat dağıtmak için uçarak geçen benim deniz şehrimin kuşları, köpek horlaması ve psikopat katilli bir başka hikayeyi anlatan kitapla, uzayan gece nedeniyle geç başlamış olsa da huzur dolu bir sabah. Sıcacık pişen börekle sabah kahvaltısı ve hiçbirşey. Hiçbirşey yapma zorunluluğu olmayan tatil günleri.  

Kelimeleri konuşmaya başladığımızda öğrensensek de anlamlarını kavramak çok çok uzun zaman alabiliyor. Mesela mavi, mesela huzur, mesela özlem, mesela mutluluk, mesela zaman, hayat, mesela meltem, mesela hiçbirşey. 

İnsanlık tarihinde çağların başlamasına ve bitmesine önemli olaylar neden olurmuş. Benim tarihimde bir çağ açan önemli bir keşif var: 'He diyip geçme teknolojisini öğrendiğim zaman.' Çok işe yarıyor, uygulaması zor ama. Dünyada elinin uzanabildiği kadarını düzeltme sevdasında olan insanlar için özellikle de. Ne var ki, bir önceki çağı açan ve kapatan "Önce benim iyi olmam lazım" kuralını idrak ettiğim için, "He diyip geç" uygulaması yoluna devam etmek için bazı idealleri biraz esnetmekten başka bir şey değil. Üstelik eni konu bağımlılık yapabiliyor. Hayatta kendini zora sokan her şeye ve herkese karşı bununla karşı koyabiliyorsun, "Yaw he, he..." diyip geçmek dünya üzerinde icat edilmiş en zararsız ve en etkili silahlardan bir tanesi. 

Hayata karşı bitmek bilmeyen bir merakım olsa da bazen dinlemekten sıkılıyorum. Aşkı keşfetmeden tüketmiş insanların, hiç bir zaman bir güven ihtiyacı duymamış insanların, hayata karşı hiç merakı olmamış insanların robotik hatalarını kendi karanlık çağlarına girdiklerinde fark etmelerini dinlemek hiç eğlenceli değil. Kendi deyişiyle "Üjjj" yaşındaki bir çocuğun tahta kalemiyle bacaklarını boyamasını seyretmek eğlenceli. Kendi mantığına uymayan şeylere yapıştırmak için cebinde "SAÇMA" , "SAÇMASAPAN" , "YANLIŞ", "ZARARLIYMIŞ" gibi bol miktarda kelime etiketi taşıyan insanlarla konuşmak eğlenceli değil. Aynı insanlar ciddi ciddi konuşurken onları hayalinde başka bir forma sokmak eğlenceli, hani şu sakız reklamındaki "Oturmaya mı geldik?" diye dolanan kadının sakız çiğnedikten sonra bozuk plak gibi aynı cümleye takılmış pilli bebeğe dönüştüğü gibi... Her gün aynı hayatı yaşadığını ve hapsolduğunu düşünmek eğlenceli değil, herhangi bir şeyi yapamıyorum, başaramıyorum diye düşünmek eğlenceli değil, bir yerlerden başlar, gidebileceğim kadar giderim kendi yolumda demek, kendine inanmak eğlenceli. Sıfır noktası her zaman eğlenceli. Yolsuzken istediğin yolu çizebilirsin kendine. Bu yüzden belki sürekli sıfır noktasından çok da uzaklaşmıyormuş gibi hissederim kendimi. Bir de manipüle edildiğini bilmek çok eğlenceli. Aynı olaya üç farklı insanın yorumunu dinlediğinde şu sonuca varabilirsin hayat dersi olarak: "Hiçbirşey yoktur, olsa da biz bilemezdik". Gorgias milattan önce 400 'lü yıllarda söylemiş, ben şimdi teyid edebiliyorum. Yani çok da şey etmemek lazım bu minvalde, ne kadar kasarsan kas, sonuçta hiç birşey yok, olsa da bilemiyoruz, bilsek de anlatamıyoruz, anlatsak da dinleyen yok zaten, biz de kimseyi dinlemiyoruz ordan biliyorum. He, he...

Bugün çok güzel bir gün. Şu saate kadar üç tane "He, he, doğrudur..." fişekledim. Tepemde de tam şu anda kanatlarının ucu siyah, kocaman bir martı uçuyor. Arkasından iki tane kara karga ve bir güvercin. İnsan hayatında hep büyük şeyler bekler, hayatının bir zamanlar kurduğu hayallere doğru akmasına neden olacak gösterişli yol ayrımları. Halbuki belki de geriye baktığımızda en büyük özlemi duyacağımız şeyler en sıradan ve tekrarlı olanlardır. Balkonda oturup su şırıltısı, köpek horlaması eşliğinde cinayet romanı okumak gibi mesela. Bir gün başka bir yerde yaşamaya başladığımda, mesela yabancı bir ülkede, zamanın ortasında dini bayram diye bir tatil sebebiyle neredeyse bir haftanın tatil edilmediği bir başka hikayede bu anı özleyebilirim belki. Belki de yarın bile özleyebilirim bu anı. Çağırmak için bir isim taktığımız şeyler ne kadar sıradanlaştırsa da dünyanın büyülü güzelliklerini, yaşadığın anın etrafında fark edilmeyi beklemeyen, sen fark edersen zenginleşebileceğin, fark etmezsen ona hiç birşey olmayacak bir sürüsü etrafta öylece var olmakla meşgul şu an. Mesela meltem, adını söyleyince sadece hafif bir rüzgar, halbuki gözlerini kapattığında meltem seni özlediğin anılara olabilecek en nazik şekilde götürebilen bir mucize. Meltem bugün bana armağan. Fark etmeseydim, meltem yine meltem olacaktı, ben de Çelin. 

En nihayetinde, bu aralar "Oldu o zaman, öyle yapalım." , "Hıı, piki!" veya "Emredersiniz komutanım!" falan dediğimi duyarsanız, "He" diyip geçin bana, fazla sıkıntılı veya detaylı şeyler anlatmayın dinleyemiyorum, dikkatim dağılıyor. Bir de eğer bir köpekseniz gelip balkonumda uyuyabilirsiniz, çünkülük köpekler bazen daha şey. Yaw heeee:) 

31 Temmuz 2016 Pazar

BÜYÜKLERE MASALLAR


Vallahi de billahi de tillahi de suskunluğum asaletimden falan değil, şaşkınlıktan. Zaman zaman içinde, ahir zaman içinde yedi yüz yetmiş yedi tepeli memleketin masmavi denizinin dibinde bir Şamaniçe yaşardı. Memleketin insanlarından da sık sık şu cümleyi duyardı: “ Nefes alamayacak hale geldim.” Şamaniçe anlamazdı insan neden nefes alamayacak hale gelsin, yüzünü çevirdiği göklerde herkesin nefesine yetecek kadar bol ve tertemiz hava varken? 
Büyüklere masal diye anlatacaklarım bundan ibaret, çünkülük büyükler zaten kendi masal dünyalarına kendilerini hapsedip hayali hikayelerini yaşarken biz küçükler, mesela ben, hiç büyümeyecek olan ve diğer küçük, yerden bitme köpeğim Kuk böcürü birlikte limonata yaptık. Katlanan koltuğumuzu ve binbir gecelik masal kitabımızı alıp akşam zamanı içinde, deli dünya içinde mavi denizin dibinde oturup nefes aldık. Göktanrı yine bir lütufta bulunup bize en büyük zenginliğimiz olan sorularımızı önüne dökebileceğimiz bir insan yollamışken, sorular sorup cevaplar dinleyip o duyup şaşırdığımız darlanma halinden dışarı çıkmak için bir ışık gönderdi diye kendiliğindenliğimize daldık. Dünya kuduz kuduz dönmeye devam ederdi yine, insan da iki kolunu açtığında erişebildiği hacim kadarını kendine benzetebilirdi. Kendi dünyamızdaki kuduzu temizledik bugün, çok şükür. 

Zaman zaman içinde ahir zaman içinde yedi yüz yetmiş yedi tepeli memleketin denizinin dibinde şifa var desem, kimse inanmaz. Kitapların içinde şifa var desem kimse inanmaz. Ciğerine dalan, damarlarından geçen, her hücrene değen havada şifa var desem kimse inanmaz. Kukişle yapılan limonatada şifa var desem kimse inanmaz. Büyükler başka türlü şeylere inanırlar, mesela devlet işlerine, mesela borsaya, mesela para biriktirmeye, mesela koleksiyon yapar gibi insan biriktirmeye. Limonatada şifa bulan biz küçükler soruları, sorunları zenginlik saydık diye hep küçük kalırız iki kolumuzu açtığımızda kapladığımız yer kadar olan çemberimizin içinde. Birazını daha gördüm, çok eminim, dünya fazla büyük bir yer. Kollarını  açarak kaplayabileceğin alanın dışı için hayatını yozlaştırmaya değer mi, herkes kendi karar versin. Bu sırada biliniz ki, etrafınızda dönüp duran gökkubbede nefesinizi dolduracak kadar hava, içinde de o nefesi sıkmazsanız her hücrenize işleyecek kadar şifa var. Yedi yüz yetmiş yedi tepeli şehrin masmavi denizinin dibinde toprak var, çimen var, yosun var, hayat var ve denizde derdini döken herkesin dertlerini küçücük hareketlerle dışarı süpüren dalgalarda çok fazla şifa var. İnanmıyorsanız martılara, karabataklara bir de denk gelecek kadar uzun bakarsanız görünecek olan balıklara sorabilirsiniz. 

Her insan günün birinde kendini kiminle aynı kefeye koyması gerektiğini öğreniyor. Terazinin ayarı bozuk değil yani, sen yanlış yerde tartıyorsun kendini belki de. Dünyanın kendine göre bir matematiği varken isyana giden yol hep o yanlış kefelerden geçiyormuş. Suskunluğum vallahi de asaletimden değil, adaletimden. Hakkı olana konuşayım diyorum artık, hakkı olmayana söz üretmeye çalışırken kendine adaletsiz davranıyor insan. Ben Çelin, şamaniçe, küçük dünyamın küçük insanı. Sorularıma cevap vermek için şifalı nefesini harcayana selam gönderdim gecenin kanatlarında. Başka da sözüm yok, herkes kendi yaşamının ya da tükenmişliğinin içinde dönerken, iyi geceler dünya...




17 Temmuz 2016 Pazar

PARİS

Çok güzel bir gezi yazısı yazmak için giriş cümlelerimi daha gitmeden hazırlamaya başlamıştım. Ne yazık ki son iki gün olan olaylardan ötürü ne ben tam anlamıyla bir gezi yazısı yazabileceğim, ne de okuyanlar bundan zevk alacak... Sadece çok üzgünüm, gözlerime yaşlar hücum ediyor, utandığımdan değil, bir başlarsam durduramayacağımı hissettiğim için en azından eve gidene kadar kendimi tutmaya çalışıyorum. Çok çok üzgünüm. Üzgün olduğumdan da çok endişeliyim. 

İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’na indiğim şu gece saatinden sabah altıya kadar İzmir uçuşumu beklerken oturduğum havaalanı kafesinden yazıyorum bunları. Çalışanlara soruyorum, burada olanları birinci ağızlardan dinliyorum. Ağzım açık dinliyorum. Yine gözlerime yaşlar doluyor. Eve gidip bahçenin toprağını öpmeden girmeyeceğim eve, yemin ettim. Sonra da salacağım kendimi. Şimdi değil. 

Sevdiğim insanların telefonda duyduğum sesleri alçaktan uçan jetlerin sesiyle kesildiği için, onlar evlerine kapanmış kurbanlık koyunlar gibi başlarına ne geleceğini, ne yapmaları gerektiğini, neler olduğunu bilmeden bu korkuyu yaşadıkları için üzgünüm. Yaşananlar, kimin neye hizmet ettiğini anlamadığımız çatışmalar, ölenler, yaralananlar ve en çok da boğazı kesilerek öldürlen askerler için üzgünüm. Bir gecede insanları hali hazırda birbirine düşman olmuş ülkemde kolluk kuvvetlerinin de birbirine düşman olduğunu, bir üçüncü güç olarak bir kısım halkın kolluk kuvveti gibi davranmasını, bir sürü şekilde ölen, öldürülen insanı almıyor benim aklım, sanırım devrelerim yandı. 

Bir gece öncesinde bir kamyonun Fransa’nın Nice şehrinde bağımsızlık kutlamaları sırasında kalabalığın içine dalarak iki kilometre boyunca kutlamalara katılan halkı biçerek öldürmesini almıyor aklım. Olayların devamı gelirse diye endişelenen insanların merak edip bana ulaşmaya çalışması, yarım yamalak Fransızcamla haberleri izleyip sabaha karşı uyuduğum gece, ertesi gün otelde mi durayım, sokağa mı çıkayım tereddütüm, gittiğim yerde Fransız milli marşını duyup bir tören yapıldığını anladığımda oradan koşar gibi kaçışım, otele döndüğümde annemden aldığım kalkışma(???) haberleri, Facebook’ta değişik şehirlerde insanların “sela sela sela” yazıları, havaalanını kapatırlarsa diye Yunanistan üzerinden kendi ülkeme feribotla girmeye çalışırım planları, uykusuz geçen ikinci gece, Paris’te havaalanında kocaman otomatik silahlarıyla kalabalığın arasında gezen devasa zenci askerler... Hepsi buğulu bir camın arkasından izlenen bir rüya gibi, sanki yaşanmıyor, delirmiş aklım bunların olduğunu sanıyor, hayal ediyor. Yaşanmış olamaz ki bunlar... İnsanlığım eriyip damla damla düşüyor üzerimden. İnsanlığım acıyor. Yabancı bir şehirde, evimden, ülkemden binlerce kilometre uzaktayken tek düşündüğüm şey bir an önce evime aileme dönmek, olacaklarla orada yüzleşmek...

Çok şükür vatan toprağındayım, sabaha kadar yazacağım. Bütün içimdekileri yazacağım. Karman çorman bir yazı olacak belki ama hayat da böyle değil mi? 
🌼
EVLENİP BALAYINA GİDECEĞİME...


Böyle başlayacaktı yazım, öyle kurgulamıştım. Evlenip balayına gideceğime bekar kalıp kendi kendime gezmeye gittim Paris’e, altını üstünü zamanım kadar dolaştım. Bu girizgah oldu, nedense içimde hep bu şehirle son görüşmemiz olmayacakmış gibi bir his var. Belki hala evlenip balayına... Şaka şaka, hayalimdeki gibi değilmiş burada gelin olmak, daha da gitmem balayına Paris’e...

Orly Güney havaalanı biraz karışık. Kaldığım otelin rezervasyon sayfasında adım adım hangi ulaşım aracıyla hangi noktaya kadar gidilmesi gerektiği yazılıydı. Sora sora Bağdat bulunurmuş, ben de buldum oteli. Minicik ama iyi yerleşmiş bir odam var. İş seyahatleri için gezdiğimde bile daha ufak odada kalmamıştım. Herşey kullanışlı ama. Eşyalarımı bırakıp hemen çıkıyorum. Resepsiyondaki bayan elime bir harita verip otelin yerini işaretliyor, gideceğim yere ulaşmam için metroları da anlatıyor. Metroda yanıma bir bayan ve minicik köpeği oturuyor, Mr. Pomplemousse. 


Metrodan yeryüzüne çıktığımda Eyfel’i görüyorum. Sanki bir elektrik akımı o manzarayı gören gözlerimden girip yere bastığını sandığım ayaklarımdan çıkıyor. Çıkmıyor da olabilir, hatta o an yere basmıyor da olabilir ayaklarım. Yürüyorum Eyfel’e doğru, her adımda akımın şiddeti artıyor, yeterince yaklaştığımda bu anı uzatmak için bir banka oturuyorum, nefes alıp yeterince emin olabildiğimde gerçekten orada olduğuma, kalkıp yoluma devam ediyorum. Yaklaştıkça daha da güzelleşiyor. O demir yığını sandığım kule oymalı, kıvrımlı, ince işlenmiş nakış gibi, büyük, bakması, izlemesi zevkli gerçek bir başyapıt olarak dikiliyor karşıda. Altına kadar gidiyorum, etrafını dolaşıyorum. İnsanlara bakıyorum, bıraksalar merdivenden değil dışından tırmanacağım ama o uzun kuyruğu beklemek istemediğimden zaman kalırsa çıkarım diye hemen Eyfel’in önündeki merdivenlerden nehrin kıyısına iniyorum. 

Tekne turu sonraki durağım. Amsterdam’da öğrendiğim üzere tekneye binmeden yiyecek birşeyler alıyorum. Girişte fotoğraf çekiyorlar yeşil bir perdenin önünde, adam soruyor “Yalnız mısınız?” “Evet” diyorum, şaşırıyor. Ben de daha çok şaşırması için komik bir poz veriyorum fotoğrafımı çeken kişiye elimdeki bageti bir lokmada yutacakmış gibi yapıp.

Tekne turu şehrin neresine odaklanacağını bulmak için iyi bir başlangıç. Gözüme Louvre müzesini, Notre Damme katedralini ve nehir kenarındaki yollarda yürümeyi kestirmiş olarak  iniyorum tekneden. 

Nehrin kenarında yürüyorum, merdivenlere oturuyorum. Bir selfie çekeyim diyorum, yüzümü görünce telefon ekranında, fark ediyorum ki gerçekten mutlu bir an bu, salak bir sırıtma var yorgun yüzümde. Kalkıp kalabalığı takip ediyorum, cafelerin, mağazaların olduğu caddelerin amaçsız yolunda adımlarım kaldırımda mı havada mı bilmeden gidiyorum yorulana kadar. 

DISNEYLAND

Paris bana bir sır verdi. Benim de ağzım pek sıkı sayılmaz, fazla plan yapmamak gerekiyormuş tatilde. Amacım sabahın köründe kalkıp erkenden Disneyland’a varmak. Giriş kuyruğunun en başında olmak, içeri ilk giren olmak ve tabi kalabalık her yeri sarmadan önce güzel fotoğraflar çekmek. Bu planım sağanak yağıştan ilk darbesini yiyor. Fazla takılmıyorum, küçük sinir oluyorum. Nereye varacağını bilmediğim bir kuyruğa giriyorum, kuyruğun sonunda bindiğimiz asansör düşüyor, sonra yukarı fırlıyor, hızı kesildiğinde tepe noktada kapı açılıyor, “Herhalde burdan fırlatacaklar bizi!” derken bir daha düşüyor, bir daha fırlıyor. Çin işkencesi gibi, aç karna o kuduz asansör beni maymun ediyor. Çıktığımda kapının üstündeki ekranda asansör düşerken çekilmiş fotoğrafta kendimi görüp niye kocaman sırıttığıma anlam veremeden çıkıyorum. 

Olanlar olacakların habercisi olduğu için önce gidip karnımı doyuruyorum. Tıka basa dolu halde kuyruklara girmeye, salak salak sırıtmaya, düşmeye, havaya fırlatılmaya, savrulmaya ve “Huaaaaaa!!! Benim ne işim var burada???” demeye devam ederek geçiyor günün kalanı. Atlıkarıncaya biniyorum, en önden bir at kapıyorum, o çocukluğumdaki Disney çizgi filmlerindeki her duyduğumda beni başka dünyalara götüren müzik hiç susmuyor. O kadar çok Miki kulaklı insan var ki etrafta, insan Miki’den soğuyor. Bir ara girdiğim bir kuyruk çizgifilm tarihçesini anlatan ufak bir geziye çıkarıyor beni. Bir sinema salonunda hatırladığım en eski çizgifilmden en yenisine arka arkaya sahneler geçiyor ekrandan. Mutlu anlar, aşık anlar, üzücü anlar, hikayelerin en hüzünlü anları, mutlu sonlar. Çizgi filmler bana mutlu sonlara inanmayı hediye etmiş, sanırım bunun için çok seviyorum Walt Disney çizgi filmlerini. İçimdeki çocuk fısıldıyor bana, “Ben burada olduğum sürece sen hep mutlu sonlara inanacaksın, o yüzden hiç korkma!”. 

Bir şeyi söylemem lazım, Disneyland içerisine selfie çubuğu sokulamıyor. Eğer yanınızda varsa girişteki görevlilere teslim etmeniz isteniyor. Öyle isabetli bir kural ki bu, en azından çubuklarla dürtülmekten kurtarıyor günü. Herkes yine de selfie modunda. Anı mı biriktiriyoruz yoksa gösteriş mi yapıyoruz? Çok mu beğeniyoruz kendimizi yoksa birilerinin beğenmesine çok mu muhtacız? Çok mu mutluyuz yoksa çok mutlu gibi mi yapıyoruz? İnsanların ellerinden telefonlarını da alsalar  içerde neler olurdu acaba? Ve tüm diğer turistik yerlerde?

Bir de sigara içilmiyor, sadece izinli birkaç yerde içilebiliyor. Bu da güzel.

Günün sonunda tüm karakterlerin sırayla geçtiği kortej başlıyor. Çok eğlenceli, mezuniyet törenimde bile bu kadar eğlenmemiştim. Gidemiyorum oradan, parktan çıkıp bir restorana gidiyorum, sonra göletin kenarına bir banka oturuyorum. Kuşlar geliyor yanıma, bu plastik harikalar diyarında yine hayvanlar alemini kendime çekiyorum. Şamaniçe Disneyland’de otururken yaprakları yeşeriyor, çiçekleri açıyor, dünyayı kaplıyor yine varlığı, suya düşmüş planlarına, yapamadığı insansız fotoğraf çekimine rağmen bayağı bir zaman geçirdikten sonra o bankta, cin gibi dönüyor oteline ve gerçekliğe. 

Köşedeki pubda bir kadeh şarap içerken yan masadaki Fransızla kısa bir sohbet ediyoruz, Türkiye’de terör olaylarından bahsediyoruz, “Hayat devam ediyor” diyor. 

Otele geçip kendimi minik odamdaki kocaman yatağa bırakıyorum. Ayaklarımı içinde durdukları dünyanın en rahat ayakkabıları korusa da bacaklarım, dizlerim sızım sızım sızlıyor. Uzandığım yataktan kalkıp duş almam lazım, erken uyuyup erken kalkacağım güya, yarın bir sürü gidilecek yer var ama Paris’in sırrı da bende, “Tatilde plan yapma!”, derken telefonuma son dakika haberi düşüyor: “Fransa’nın Nice kentinde bağımsızlık kutlamaları sırasında terör saldırısı! Çok sayıda ölü var.”

Gecenin devamı olayın izledikçe büyüyen şokuyla geçiyor. Bir kamyon kalabalığın üzerine sürülerek iki kilometre boyunca kutlamalar için orada bulunan insanları eziyor. Canım acıyor. İlk olarak anneme mesaj atıyorum, o sırada arkadaşlarımdan mesajlar gelmeye başlıyor. Nerdeyim? İyi miyim? Olanlardan haberim var mı? Ne zaman dönüyorum? Dikkatli olayım. Dikkatli olayım kısmına kadar cevabım var. Dikkatli olmayı bilmiyorum. Bu şehir turistik, çok kalabalık. Her yer kalabalık. Dikkatli olarak kendini koruma şansın yok. Birileri çıkıp çıkıp açıklama yapıyor, terörü lanetliyor. Neden lanetliyorsunuz? Terörü bitirmeniz lazım sizin. O lanetleme işini biz yaparız, siz başka bir şey yapsanıza??? 

3.GÜN 

Dikkatli olmaya çalışarak şehri gezmeye başlamadan önce bir kağıda doğru düzgün İngilizce anlayabildiği için kuzenimin telefon numarasını yazıyorum. “Acil bir durumda bu kişiye ulaşın lütfen” notuyla. Kağıdı katlayıp pasaportumun arasına koyuyorum. Kuzenime de bunu yaptığımı bildiren bir mesaj atıyorum. Artık dikkatliyim. 

Louvre müzesi ilk durağım. Girişte uzun bir kuyruk var, güvenlik noktasından geçmek için. Ben dikkatliyim ama Louvre güvenliği benim kadar dikkatli değil. Kuyruğu ikiye bölüp yarısını x-ray cihazından geçiriyor, diğer yarısının çantalarını açtırıp kontrol ederek geçiriyor. Ben çanta açtırılan bölüme yönlendiriliyorum. Elimde iki çanta var, biri kamera çantası, diğeri kendi çantam. Güvenlik kamera çantasını işaret edip fermuarı yarıya kadar açmışken bana geçmemi işaret ediyor. Kendi çantamı açtırmıyor bile. 

Müzeden çıkışta ne yöne gitsem, o günkü hedeflerimin hangisinden başlasam derken müthiş bir manzaranın peşine düşüp büyülenmiş gibi yürümeye başlıyorum: “Jardin des Tuileries” Louvre’dan çıkınca karşınıza çıkan muhteşem parkın adı. Küçük havuzlarda heykellerin üstüne konan kuşları izlemek, fotoğraf çekmek, bir salata yiyip bir kadeh şarap içmek için oturdum. Louvre çok büyük. İnsanların her yerde olduğu gibi sadece selfie çekmek için girme huyu var. Mona Lisa tablosunun önündeki kalabalık sadece selfie çekmek için, ne acı. Leonardo da Vinci’nin diğer eserlerinin önünde bir saniye bile geçirmeyen insanlar sadece selfie için Mona Lisa’nın önünü doldurmuş durumda. Bence şayet resimler yaşıyorsa, Mona Lisa esas şu an düştüğü durum için gülse mi ağlasa mı bilemez bir halde. Bu durum Amsterdam’da bu kadar canımı sıkmamıştı ama Paris’in her biri birer sembol olmuş her köşesinde orayı izlemeni, o anı yaşamanı engelleyen “ selfie”cilerden gerçekten nefret ettim. 

Müze genel itibariyle benim çok da hoşlanmadığım dönemin eserleriyle dolu. Tam anlamıyla dolu. Biz hayvanseverler bakabileceğinden fazla hayvan alıp hakkını vererek ilgilenemeyen insanlara “istifçi” deriz. Burada da durum birazcık öyle. Duvarlar tavanlar, her boşluk çeşitli uygarlıklara göre ayrılmış eserlerle dolu. Üst üste asılmış tabloları görmek için doğru uzaklığı ve açıyı yakalamaksa selfie’ciler yüzünden zaten imkansız. Bana kalırsa bu müze hakkını vererek, anlayıp öğrenerek gezmek için en az dört güne yayılır. Girdiğinizde her müzedeki gibi size belirli bir ücret karşılığında anladığınız dilden anlatım yapan bir cihaz ve kulaklık veriliyor. Burada verilen cihaz ayrıca müzenin içinde yol bulmanızı sağlıyor. Louvre’un müze haline gelmeden önce saray olduğunu bilmeyenler vardır. Dönemin eşyaları, mobilyalarının da sergilendiği alanlarda şatafatın, lüksün ülkemizin tarihinde bile olmayan  en uç noktasını ve meşhur Fransız İhtilali’nin neden yapıldığının cevabını bulabilirsiniz. 

Birbirinin içinden geçilerek gezilen onlarca galerideki eserlere bakarken tavanlarda, duvarlarda bulunan gösterişli süslemeleri fark etmeyebilirsiniz ama Mona Lisa’ya götüren galeriye girdiğinizde bunu fark etmemek mümkün değil. Tavanda bir olayı anlatan bir resim ve etrafında mevsimleri ve ayları anlatan çeşitli daha küçük çizimler var. Söylememe gerek yok, hepsinin çeşitli yerlerinde heykeller var. Altın rengi ile süslenmiş bu tavanlara bakarken ağzımın açık kaldığını biraz geç fark ettim. Bu şatafatlı dönemin sonu HALKIN yaptığı gerçek bir devrimle gelmiş. Bunları incelerken aklımdan hep bu geçti, bir devrim gerçek halk artık devrime direnemediğinde, tek yol devrim olduğunda gerçekleşir. Tepeden inme olamaz, zorlamayla, ittirmeyle olmaz. (Bunları Jardin des Tuileries’deki kafede otururken yazdım, akşam olacaklardan henüz haberim yoktu.)

Dışarı çıktığımda cennet köşesi gibi Tuilieres bahçelerini gördüğümde yine bugün için yaptığım bütün planım uçarak oradaki bir kafenin masalarından birine kondu. Ben de takip edip o masaya oturdum. Koca bir kadeh Chardonnay eşliğinde Paris’in sırrına erip kendimi kuş seslerine ve o anın güzelliğine teslim ettim. Vejeteryan salatamın yanında gelen nefis ekmekleri güvercinler, ördekler ve masama toplanan kuşlara uyup yaklaşan iki tane kara karga ile paylaştım. Koşa koşa gezmem gereken bir dolu yer varken kuşlarla eğleşip bunları yazmak için kendime zaman ayırdım. Çantamda, pasaportumun arasında bir terslik olursa beni bulanların ulaşması için kuzenimin telefon numarasının olduğu kağıtla gezmek hoş değil. Terör kötü ve pubdaki adamın dediği gibi hayat devam ediyor, bir parça daha acı koyarak vücudumuzun ve benliğimizin bir yerine...

Aynı gün akşam üstü//


Sacre cœur bazilikasındayım. Daha doğrusu önündeki çimenlere attım kendimi. Jardin des Tuileries’de yemeğimi yedikten sonra meşhur Champs Elysee’de yürüdüm, ufak çapta bir alış veriş yaptım. Kalabalıktan kaçtım. Şimdi olduğum yere elimde çantam, kamera çantam ve bir sürü alışveriş poşetleriyle geldim. Aslında tam tersini yapmayı planlamıştım ama gece Moulin Rouge’da olmak için böyle oldu. Zaten artık ince detaylı plan yapmamayı güzelce öğrendiğim için eeeehhhh... Yarın otelden ayrıldıktan sonra merkeze Sein kıyısına gelip kahvaltı yapmayı, elimde valizle neler yapabileceğimi planlamıyorum mesela... 


Bir sürü insan bana ulaşmaya çalışıyor şu anda ama telefonum kapalı. Bundan sonra mutlaka böyle kötü durumları düşünerek telefonu yurtdışında kullanıma açtıracağım. Öğrendiğim şeylerden biri oldu bu da. 

Bazilikada fotoğraf çekmek yasak. Bir tek ben uyuyorum bu yasağa. Kilolarca ağırlıktaki kamera çantasını gittiğim her yere taşımış olmama rağmen kurala saygı gösteriyorum. Orada diz çökmüş ibadet eden insanları arkasına alıp selfie çekenlere tiksintiyle bakıyorum. Çubuklarını ellerinden alıp onlara bir sürü enteresan şey yapmak geçiyor içimden. Sonra buraya neden geldiğimi hatırlayıp, düşüncelerimi kendime ve koca bazilikanın içindeki atmosfere döndürüyorum. Nefes, hamam böcekleri, evet, olmam gereken yerdeyim şu an. Bazilikanın önündeki şehir manzarası beni başka bir zaman dilimine, belki başka bir hayata götürüyor. Kuşlar yine etrafta, kanatlarını çırparak açıyorlar yolumu. Yine Şamaniçe oluyorum orada, dünya dönmeye başladığından beri ruhum dünyayı dolaşıyor. Bildiklerimle sınırlı değil o an varlığım, kuşlar bir hikaye anlatmaya başlıyor, benim hikayem, bizim hikayemiz, bir yanı zavallı ve her yanı muazzam güzellikteki dünyanın hikayesi. Siz hiç kuş oldunuz mu? Ben oldum galiba. 

Makaronlarıma laf atıyor çimende arkamda oturan iki erkek. Kaç yaşındalar, neye benziyorlar bilmiyorum, dönüp bakmıyorum. Dönüp bakmadıkça laf atma şiddetini arttırıyorlar. Bulaşsam da bulaşmasam da galibim, o yüzden ilgilenmemeye karar veriyorum. Kalkarken izmaritimi birinin önünde duran boş kola şişesine sokuşturup uzaklaşıyorum iki melez Fransızın yanından. Bulaşmamayı bu kadar başarabiliyorum. 

Moulin Rouge’a yürüyorum. Hava bu şehirde de çok geç kararıyor, bense geceyi bekleyemeyecek kadar yorgunum. Etrafta sakat bir hava, yürürken üzerimde garip bakışlar sezip bulaşmamayı beceremediğim için geceyi beklememeyi seçiyorum. Otelime dönüş yolunda artık süper koruyuculu ayakkabılarım bile ayaklarımın ağrısına engel olamıyor. Otele gidip kablosuz ağa bağlanıyorum. Anneme günümün güzel geçtiğini yazıp aldığım şeyleri giyip fotoğraf atarken annem benim heyecanıma katılmıyor. Bir sessizlik. “Selin burda ciddi şeyler oluyor.” Arka arkaya gelen mesajlar, genelkurmay diyor, boğaz köprüsü, havaalanı, kalkışma, bişeyler kalkışmış, “Kalkışma ne demek Minnoş? Yanlış yazdın yine heralde...” 

Sonrası malum. Uykusuz gece. İnternetten haber takibi, mide bulantısı, kaygı, olacakları tahmin etmek zor değil, daha çok mide bulantısı... 

Sabah toparlanıp odayı boşaltmam lazım. Elime geçen her şeyi çantalarıma tıkıştırıyorum. Resepsiyondaki çocukla bir çay içip konuşuyoruz, olan bitenden haberdar. “What do you think about your democracy?” (Demokrasiniz hakkında ne düşünüyorsun?”) diye soruyor. “Died last night” (Dün gece öldü) diyorum. Planım yok, metroya binip Eyfel’e giderken arkadaş istiyorum bugün yanımda. Bugün yalnız olmak istemiyorum. 

Sein kenarında kahvaltı etmek için seçtiğim küçük kafenin önünde Türkler var. Soruyorum, yeni mi geldiler? Türkiye’den yeni haberleri var mı? Havaalanı ne durumda? Dünden önce gelmişler, sorularıma cevapları yok ama birlikte kahvaltı ediyoruz. Ege Üniversitesi’nden üç akademisyenler. Sunum için gelmişler. Arkadaş isteğim evren tarafından geri çevrilmediği için mutlu, olan biteni düşününce hemen mutsuz oluyorum. Havaalanına gidiyorum. 

Havaalanında aynı uçağa bineceğim Türklerle hemen sohbet başlıyor. Herkes bir tuhaf hallerde, anlatması zor. Sonrası yazımın başında olduğumu söylediğim havaalanı cafesi işte. Evlenip balayına gideceğime bekar kalıp kalkışma günü saf saf müzeye, alışverişe, kiliseye, parka, alayına gittim. Hayat sen planlar yaparken olan tüm diğer şeylermiş aslında. Tek derdim evime gidip gözyaşlarımı serbest bırakmak. Güneş henüz doğmadı, ama doğacak. Mutlu sonlara olan inancımı bana hediye eden çizgi filmleri hatırlamam içindi belki de bu gezi sadece. Çok uzun oldu, okuyan herkese sevgiler, saygılar...

7 Temmuz 2016 Perşembe

GİBİ


Bazen o kadar çok konuşuyorum ki işte, eve geldiğimde kendi sesimden bıkmış oluyorum. Fena da konuşmam hani aslında ama bu konuşma hadisesine bir çeki düzen vermek lazım, minimalist bir yaklaşımla- az lafla çok şey anlatmak gibi. Sadece konuşmak da değil, İkizler burcunun ödül veya laneti-nasıl alırsanız artık- hızlı düşünme ve sürekli düşünme durumundan da bahsetmiştim. Beyninde cümleler uçuşuyor sürekli, martılar gibi, leylekler gibi, uçaklar gibi, ne olduğunu anlayamadığın yabancı cisimler gibi...

Şimdi tatildeyim. Tek kelimeyle dağıldım. İyi anlamda. Düşüncelerim bile cümle haline gelmeden eriyip gidiyor, çaya atılmış şeker gibi. En son ne zaman açık havada, yıldızların altında uyumuştum ben? Şu havuzun başında minderlere uzanmışım, uyuyasım var, uyursam yıldızlara bakamayacağım diye direniyorum tek. Ben Çelin yahu, denize aşık olan, küçük dalgalara bir de martılara, yakamozlara... An itibariyle yıldızlara da mı aşık oldum ne? Gece ne karanlık, ne sessiz bu dağın başında. Otelden, hayattan, insanlardan, işten güçten bütün şikayetlerim de eriyip gidiyor çaya atılmış bir kaşık toz şeker gibi. O an nasıl anlatılır ki? O sessizlikte, yıldız ışıklarının altında, sağ kolumun ucunda bileğim, sağ elim, onun içinde avucum  gibi dünya, benden bir parça. Birlikte öyle miskin geceyi paylaşıyoruz, ibadet eder gibi. Alt tarafı yaşıyoruz, her nefeste yeni birşey düşünmeden de oluyor, dünya sağ elimin avucunda dinleniyor, “Hep insanlar mı yorulacak, ben de yorgunum!” der gibi... Derken karşı tepedeki evin bahçesinden eşşek anırıyor. Yıldızlar sessiz bir şarkı söylemeye başlıyor, rüzgar eşlik ederek esiyor, hepsi muhabbetle ibadet arası bu duruma katılmak ister gibi. 

Göğe bakıyorum, o an aşık olduğum yıldızlara, bir yıldız mı kaysa, bir dilek dilesem... Kıyamıyorum sonra kayacak yıldıza, o yıldızda da yaşayan bir Küçük Prens vardır belki, gülü, koyunu vardır belki. Kaymasın yıldız, dileğim bu. Müzik bile fazla gelecek, nefesimle kalp atışımdan gerisini dinlemek istemiyorum. Güzel müzik onlar. Öyle hiçbirşey modunda kalıyorum, avucumun içinde dinlenen dünyayla. Ben esiyorum, o parlıyor, biz susuyoruz, sonrası öncesi yok bir zamanda geceyi üstümüze çekip nefes nefes temizliyoruz bütün yorgunlukları, gerginlikleri, bezginlikleri, ümitsizlikleri. Avucumda dünya, siz uyurken ben temizledim onu. İşim bu, bunun için para ödemiyorlar, gülücükler veriyorlar bana. Çünkü ben Çelin, dünyanın ilk ve son Şamaniçesi...

3 Temmuz 2016 Pazar

ÇALIŞMAK VE SERİ TATİL ÜZERİNE


Burçlara ne kadar inanırsınız bilmem, yılın belirli günlerinde doğan insanların ortak özellikleri olması gerçek midir, ya da her insanda olan özelliklerden bazıları bir burç ismi altında sıralanırsa insan “Aaa, evet tam ben!” mi der bilmiyorum. Tek bildiğim İkizler burcu olduğumu söylediğimde insanların yaka silktiği. Bir keresinde iyi gözlem yaptığını ve iyi ifade ettiğini düşündüğüm bir arkadaşım bana “Seninle ilgili tek net bildiğim içinden binlerce Selin çıkıyor olması” demişti. İkizler burcundan da bu yüzden yaka silkiyorlar zaten, çift karakterliymişiz, özelde ben binlerce karakterliymişim. Ve bu da etrafındaki insanlar için yorucuymuş. Aslında bence bunun için burcu suçlamaya gerek yok, her insan ortama ve koşullara göre zaman zaman fikrini ve tutumunu değiştirebilir. 

İkizler burcu için yazılan, daha az bilinen şeyler de var, mesela aşırı meraklı, zeki ve çok hızlı düşünen kişiler oldukları İkizler burcu insanlarının. Bu cümle iyi birşey söyler gibi görünse de aslında pratikte yaşanan biraz farklıdır. Bir toplantının ortasında havalandırmadan gelen kokunun peşine düşüp, neden kaynaklandığını çözmeden rahat edemeyen tipler çıkabilir İkizler arasından. Bir de çok hızlı düşünmek çok da matah bir şey değildir, düşünmenin yan ürünü endişedir ve ben stresle daha az baş edebildiğim zamanlarda beni bir yere yatırıp (mesela ruh ve sinir hastalıkları kliniği veya huzur evi) bir hafta boyunca beynimi yavaşlatacak bir ilaç vermelerini istediğim durumlar yaşadım. (Tabi ki hiçbir yere yatırmadılar ve öyle bir ilacın da var olduğunu söylemediler.) Kendi özün, özelliğin sana yorgunluk veriyor, düşünsenize içerde kavga var sürekli... Bu yüzden kendini tamir etmeyi öğrenmesi gereken burçların başında İkizler geliyordur burç şeyleri doğruysa eğer. 

İnsan hayatının normali monoton olması galiba, hepimizin rutinleri var. Günlük rutinlerimizin büyük kısmını da işimiz belirliyor. Mesai saatlerimize göre uyuyup  uyanıyoruz. Kendimize ait zamanlarımızı çalışma saatlerimize göre şekillendiriyoruz. Çoğunlukla da bundan şikayet ediyoruz. Çalışmaktan kalan zamanlarda yaşadığımızı hissetmeye başlarız bazen. İşinden zevk almak zordur, her gün bir sürü yorgunluk, eksiklik, insan faktörü ve en önemlisi maddi kaygı içinde ne zevki?

Tatil kaçamaktır. Yıllık izinlerini kullanabilen insanlar biraz nefes alırlar, hatta bütün yıl yapacağı tatil için yaşayan insanlar vardır. Aylar öncesinden ayarlanan tatiller insana gün saydırır. Ben senelerce düzgün bir tatil yapamadan yaşayanlardanım. Haftasonuna tatilimi sığdırmaya çalışıp onda da ancak yorgunluğu atacak kadar yaşayabildim tatilleri senelerce. 

Bu sene sonunda biraz farklı oldu. Kendim için bir şey yaptım, emrivaki gibi. Bayram tatili arkasından geldi, anlık bir kararla Bodrum’a gitmeye karar verdik çekirdek aile olarak. 

Bayramları genelde sevmem, herkes çok meşgulken hazırlığı, gezintisi, ziyereti, alışverişiyle bizim eve bir türlü uğramazdı o bayramlar. Biri zaten oruç ayının sonu, diğeri hayvan katliamı, ikisinin de içine giremiyoruz senelerdir bizim çekirdekte. Kukiş’in hayatımıza ve çekirdeğimize katılmasıyla öyle hadi gidelim diyince toplanıp gidilmiyor. Önce internetten köpek kabul eden otellerin listesi bulunacak,ki köpek kabul eden otel demek ‘köpeğiniz sizinle tatile gelebilir, otelimizin dışındaki köpek kafeslerinde geçirir tatilini’ demek oluyor. Sonra bu otellerin içinden otel rezervasyon sitelerinden yorumları okuyarak önce odaya kabul edeni sonra da bir insan evladının ödeyebileceği fiyata oda vereni , son olarak da istediğin tarihte boş odası olanı bulmak gerekiyor. Bununla ilgili kendi küçük listemi oluşturabildim yıllar içerisinde, gerçekten çok sevimli tatillerimiz oldu Kukiş’le. (Sorunsuz demedim, dikkatinizi çekerim.)

Bu sefer tam bayram konusu konuşulurken telefonda Facebook’taydım ve akış içinde bir paylaşım denk geldi: “Kedinizi, köpeğinizi toplayın gelin, oğlum hayvanları çok seviyor!”. On dakika içerisinde rezervasyonumuzu yaptırdık. Bungalovda kalınacak, otelin adını şimdilik vermiyorum. Tatilden sonra yorumlarımla birlikte köpekli tatilcilerin de faydalanması için yazarım çünkü o paylaşımın devamı da şöyleydi: “Bugüne kadar böyle bir tecrübemiz olmadı” Bakalım neler olacak... 

Tabi kendime yaptığım iyilik bununla bitmiyor. Bayram ertesi birkaç günlük mesaiden sonra ikinci sınır ötesi harekatımda beni karman çorman bir ulaşım hattı bekliyor Paris’te. Bayramın bir bölümünü bunu ve unutmaya başladığım Fransızcamı düzeltmeye çalışarak geçirmeyi planlıyorum ki dün gece aklımı dilini kolay konuşabileceğim bir yerlere gitmekle ilgili bir seri düşünce ele geçirmişken Kırım’a gitmek geldi. Rahatça anadilimde konuşabileceğim, tarihi gezerek öğrenebileceğim bir seyahat olur derken yine elimde kitap düşünceler arasında uyuyakalmışım. Gezerken de radarlar hep açık, şu ürünü bizim işe adapte edebilir miyiz, şu aletten Türkiye’de bulunsa kullansak bizim kafelerde işe yarar mı?.. İşi hayatın içine yedirmek yorucu değil, aslında çok zevkli. 

Çalışmak güzeldir, insanın başta işine saygı duyması gerekir. Çöp topluyorsan bu işte en becerikli sen olmalısın. Kazandığın para ya da sıfatınla ilgili de değil bu, hayatta seni neyin memnun ettiğiyle alakalı sadece. Ben şanslıydım ki masa başından iş yönetmeye alışmamış, işçi zihniyetli mühendislerin olduğu bir sektörde başladım iş hayatıma. Her şarapçı(şarap üretiminde çalışan insan) bir gün kendi şaraphanesine sahip olmak ister ve belki bunun için bağ çubuğundan mantar makinesine kadar herşeyi ayırt etmeden en ince detayına kadar bilmek, öğrenmek için kendini parçalar. Yılın sadece bir mevsiminde üzüm hasadı olur, ve bu zamanda bütün yılın şarabını yapmak için fabrikalar 7/24 çalışır.  Buna “kampanya” denir. Bir şarapçının sektör tecrübesi şöyle ifade edilir: “Adamın 24. Kampanyası!” (Bu o adamın 24 senedir şarap işinde çalıştığını göstermez, fırsat bulup Türkiye'deki hasat bittikten sonra başka ülkelere de gidip çalışmış olabilir.)

Bazen şarap tankının yanıbaşında uyursun, orayı terk ettiğinde şarabın başına kötü bir şey gelecekmiş gibi hissedersin. Şaraphanede iş ayrımı yoktur, her şey en önemlidir ve titizlikle yapılması, defalarca kontrol edilmesi gerekir. İş biter, temizlik yapılır, müdüründen işçisine herkes o gün yapılan işin keyfini alır, devamı için sabırsızlıkla dinlenmeye çekilir ve herkes o şaraphaneye giren her bir salkım üzümü kendi malı gibi sahiplenirdi. 

Anlamak, idrak etmek ve özümsemek tam anlamıyla o sektörden çıktıktan sonra gerçekleşebildi. Şaraphaneden ayrılıp gıda sektöründe denetimler yapmaya başladıktan sonra şöyle düşünür oldum: Eğer otomotiv gıda gibi üretilseydi, yolda 120 ile giderken bir anda direksiyon elinizde kalırdı ve bu normal karşılanırdı. Keşke her iş şaraphanedeki titizlikle ve disiplinle yapılsaydı. Yorgunluktan tükenip, iş yerini terk etmek istemeyen insanların olduğu o ortamları her sektörden her iş kolundan çalışanların yaşayıp görmesini çok isterdim, kuaföründen güvenlik görevlisine, sigorta satıcısına kadar.

Şimdi, en az şarap üretimi kadar eğlenceli başka bir sektörde çalışıyorum. İşinden zevk alarak çalışan bir insanı da gördüğümde çok uzaktan seçebilirim. Mesleğimin hakkını verecek bir işte çalışmasam da ekmek kapım sıkıcı değil, eğlencelidir. (Patronum yazılarımdan habersiz, facebook’umda da yok bu yüzden yazdıklarımın samimiyetine inanabilirsiniz.) 

Her sonuçta insanın hayatında kendine açması gereken bir boşluk var. Bana bekarken gezebildiğin kadar gez diyorlar. Ben de bunu kendi kendime akıl edemediğim için(!) nasihatlerine uyuyorum. Ödemem gereken bir sürü fatura, toplanması gereken bir ev, doldurulması gereken buzdolabı, yapılması gereken altı aylık ütü yığınının ortasında yerde bağdaş kurmış Disneyland bileti almak için internette dolanıp duruyorum. Bayram tatilini çalışarak geçirecek olanlara da burdan derin saygılarımı yolluyorum. Bir gün işler değişir, siz tatil yazısı yazarken birileri okur, bugünümüze şükür...


21 Haziran 2016 Salı

AMSTERDAM GEZİ//Haziran 2016



Dikkat! Bu yazı Amsterdam klişelerini içermez...


Tertemiz çimenler, müzenin önündeki sokak çalgıcılarının bir saniye ara vermeyen muhteşem müziği, arkada kurulmuş panayır, el yapımı eşyalar, giyecekler ve küçük arabalarda yiyecek satan eğlenceli insanlar, bulutların arasından sonunda kendini gösteren güneş, kuş sesleri, başka sesler, neşeli, huzurlu sesler, karşıda parkın geniş alanında futbol oynayanlar... Üç günlük koşturmacanın sonunda artık dinleniyorum. Anlatacak çok şey var, anlatmakla da bitmez ayrıca.


Şehir küçük ama her metrekaresinde yazacak, çizecek, fotoğraflayacak, öğrenilecek, seyredilecek ve yorumlanacak öyle çok şey var ki... En önemlilerinden başlayayım: “Liberté, égalité, fraternité”... Yani özgürlük, eşitlik ve kardeşlik, burada metro anonsundan sonra en çok duyduğum şey. Aslında Fransız devriminin mottosu, buraya da Fransızlarla birlikte gelmiş ve sahiplenilmiş. Bunu dövme yaptırmış insanlar da gördüm. Nereye gitsem, yapılan şehir anlatımı “Amsterdam herkesi kucaklayan, arkadaş canlısı bir şehirdir” diye başladı. Gerçekten de yön kavramı olmayan biri olarak kime gitsem “Elindeki haritaya bak” demedi, kime ne soru sorsam (bazen gerçekten çok uçuk sorular sordum) , kalabalıkta kime çarpsam, kiminle göz göze gelsem buram buram yabancılık akan yüzüme kocaman gülümseyerek cevap verdi.

Ben olabildiğince burada gördüklerimle kendi ülkemin şehirlerini kıyaslamadan anlatmaya çalışacağım. Sadece, önce bize bu bereketli toprakları bırakan atalarımıza şükrederek başlamak istiyorum çünkü meyveyi tane tane alıp bu kadar kısıtlı malzemeyle bu kadar kısıtlı çeşit yemeğin olduğu bir şehir görünce ne kadar büyük bir serveti harcadığımızı canlı canlı anladım. Kıymetini bilmiyoruz, bunu biz kendi kendimize yapıyoruz. Ülkemizin her yanındaki bolluğu ve kaynakları bizi zenginleştirecek değil fakirleştirecek olanların idaresine bırakarak yapıyoruz. Zenginleşmeyi değil bağımlılaşmayı kabullenerek yapıyoruz, kabulleniyoruz ve mücadele etmiyoruz. Tarımı, turizmi, el sanatları, kendi kültürü, mutfağı, yıldız gibi parlayacağı bir sürü kaynağı varken bu ülkenin giderek küçülmesi hepimizin eseri.

Amsterdam’a dönersek, İnsanlar gerçekten güzel, erkeği, kadını, yaşlısı, genci hep güzel ve çok şık. Herkes incecik. Birinci nedeni yemek olmaması, ikinci nedeni sürekli bisiklet üzerinde olmaları olsa gerek. Topuklu ayakkabılarla, mini eteklerle, takım elbiselerle bisiklet sürüyorlar, yüklerini taşıyorlar, bisikleti bir uzuvlarıymış gibi kullanıyorlar. Her yerde bisiklet yığınları var. Bisikletler de 7/24 kullanılmasına rağmen öyle yepyeni, son model değil. Çoğu eskimiş, bazıları sprey boyayla yeniden boyanmış, kullananın zevkine göre renkli çantalardan basit meyve sebze kasasına, köpek taşıma çantasından renkli kutulara kadar çeşitli aksesuarlarla kullanım amacına uygun şekilde kişiselleştirilmiş. Bir de bisiklet trafiği var, kaldırımın bittiği yerdeki kırmızı hatta bisikletler gidiyor. Karşıdan karşıya geçerken mutlaka kontrol etmek lazım.

İnsanlar şık ama tek tip değiller. Herkes kendine göre giyinmiş, sade ama çok hoş. Zenciler biraz daha süslü. Saçları parlayan, abartılı takma tırnakları olan, fazla makyaj yapan genelde onlar. Kadın erkek herkesin elinde büyük çantalar var, bir de su şişeleri çünkü su çok pahalı. Şişeyi aldın mı yudum yudum tüketiyorsun ve şişeni de taşıyorsun.

Temizliğe gelince, senelerdir insanlardan duyduğum Avrupa şehirlerinin ne kadar temiz olduğu miti indiğim anda yıkıldı. Çöp de atıyorlar, izmarit de, balgam da... Kanallar nedeniyle her yerde köprüler var, köprü altları idrar kokuyor. Metrolarda ortalığa bırakılmış içki ve içecek şişeleri gördüm en çok. Bunların sebebi büyük ihtimalle şehrin yerleşik insanlarından ziyade turistler, ama yapmaması gereken bir şey yaptığında da kimse birbirini uyarmıyor. Umarım daha fazlası olmaz, bu kadarla kalır kirlilik.

Ben bugüne kadar gerçekleştirilmiş en masum Amsterdam gezisini gerçekleştirmiş olabilirim. ( Tabi kimse madalya takmayacak bundan ötürü...) Bir nefes bile uyuşturucu almadan geri dönmeyi başardım. Amsterdam müzesinde anlatımı var, kuvvetli uyuşturucuların kullanımını azaltmak için kontrollü bir şekilde şehirde hafif uyuşturucuların kullanımına izin verilmiş. Ama sonuçta şehir marihuana cennetine dönüşmüş. Coffee shop’larda içilebiliyor, alıp sağda solda içenler de çok. Pek çok kalabalık caddede, ara sokakta, kanal kenarında veya manzarası iyi olan herhangi bir yerde ellerinde sarı kağıtlara kalın sarılmış sigaralarla insanlar oturup duruyor, bazen keyfe gelip bir şarkı söyleyenler, çığlıklı kahkahalar atanlar falan oluyor. Bu rahatlığa rağmen kavga veya polis görmedim hiç. Bir de kokusu var, açık hava çok kokuyor. Sabah dokuzda kahvaltıya merkeze geldiğimde bile koku ve o sarı sigaralar çoktan meydana çıkmıştı. ( Bana göre hafif ya da değil, uyuşturucu uyuşturucudur. Öyle yorgun bir şekilde geldim ki şehre, Coffee shoplardan birine girip biraz takılsam mı diye çok düşündüm ,yalnız olduğumdan da değil ama içimden gelmedi. Bazılarının da uyuşturucusu ya da tetikleyicisi sırtüstü yere yatıp bulutları seyretmek olsa gerek. Sanırım doğuştan kafam güzel  ) Şu meşhur Red Light (genelevlerin olduğu, vitrinde kadınların bulunduğu sokak) iki kere gittim, ikisinde de erkendi heralde perdeler kapalıydı, birşey göremedim. Daha geç saatte de tekrar gelmek yerine bütün gün meraklı meraklı oradan oraya yürümekten ağrımış ayaklarımı dinlendirebileceğim sakin yerlerde oturdum. Zaten fotoğraf da çektirmiyorlar, haber değeri yok benim için.
Beni benden alan en güzel şey şehrin yemyeşil olmasıydı. Merkez bile o bina, cafe, bar, mağaza kalabalığı içerisinde yemyeşil. Kalabalıktan bir sokak arkaya geçince saklı cennetler gibi güzel sokaklar çıkıyor. Ben de kaybolunca keşfettim. Her yer park gibi. Devasa parklar var. Havuzlar, havuzların içinde nilüferler, envai çeşit ağaç, kuş sesi, çiçek ve banklarda okuyan insanlar, çimenlerde yayılmış insanlar, sakinlik ve gerçekten kendinle başbaşa kalabilme lüksü. Sırf parkta oturmak için gelinir bu şehre öyle söyleyim...














Gitmeden internette hayvanat bahçesinin çok güzel olduğunu okumuştum, hayvanat bahçeleri esarettir, ama iyisi varsa çocuklara özellikle hayvanları öğretmek için faydalı olacağını düşünüyorum. Gidip gözümle görmek istedim. Hayvanların alanları evlerin bahçeleri gibi tasarlanmış. Dışarıyla da hayvanın tipine göre sadece su kanalı veya tellerle çevrelenmiş. Alanlar hayvanlar için küçüktü. Develer hariç hayvanlar bakımlı görünüyordu. Özel atmosfer isteyen hayvanlar için iklimlendirme yapılmıştı. Yine de alanlarda hayvanlar o doğal yaşam enerjilerini kaybetmişler. Gorillere, beş metrelik timsaha ve çok enteresandır ki ömür boyu kabusum olan tarantulaya üzüldüm en çok. Güzel fotoğraflar çektim, bir gün gerçek yaşam alanlarında görmeyi diledim ama akbaba gibi et yiyen hayvanlara yem olarak atılmış ölü kuzuları görünce buna ne kadar hazır olduğumu bilemedim.























Hayvanat bahçesinin bahçesi inanılmazdı. Yine bir sürü kuş sesi, sakinlik, dinginlik içinde kafesine oturup bir cheesecake aldım ve parçalarıyla serçeleri besledim masamda. Dışarıdaki kuşlar öterken dönüp onlara bakan adını unuttuğum güzel bir kuşun bakışını yakaladım bir fotoğrafta, o anın hüznü içimde asılı kaldı. Nadide ve güzel olanın hapis hayatı ve alelade serçenin özgürlüğü iki boyutu hayatın. Daha da çok boyutu var, yaşadıkça öyle küçük anlarda karşımıza çıkıyor işte...





Kaldığım yerde çok fazla sokak hayvanı vardı, mesela tavşan, ördek, balıkçıl kuşu... Kuş sesleriyle uyandım hep ve ergen gürültüleriyle uyudum, otele gruplar halinde “HÖRÖLÖLÖLEYYY” diye girdikleri için.

Van Gogh müzesinde çok zaman geçirdim. Ben, annem, babam, pek çok arkadaşımız da resimle uğraştığı için aramızda resim sohbeti çok olur. Kesinlikle bütün hayatını, sanatını özümseyebilecek şekilde oluşturulmuş bir müze. Eserlerini canlı görmek bir yana, hayatının bölümlerini, sanatına nelerin etki ettiğini görmek harikaydı. Yazmıştım, tekrar yazıyorum. Başarı asla tesadüf değil. Kendisinden senelerce şüphe etmiş, gerçekten yeteneği olup olmadığına önce kendisini ikna etmek için onlarca sene harcamış. Resimleri alıcı bulmadığı için kimse ona modellik bile yapmamış. Tuvali olmadığında çay örtüsü dedikleri kumaş peçetelere çizmiş boyamış. Aklına gelen bir konuyu defalarca çizmiş küçük defterine eskiz olarak, sonra hesaplayarak tuvale oturtmuş. Boyamış, beğenmemiş tekrar tekrar... Bir konu defalarca resmedilmiş, kendisi tatmin olana kadar. Sonuçta bazı psikozlara girmiş ve son resimlerinin konuları yattığı akıl hastanesinin bahçesindeki ağaçlar ve çiçekler olmuş. Böyle güzel bir görüye sahip olmasına rağmen de kendini boynundan vurarak hayatına son vermiş. Öyle çok mesel var ki bu yaşam öyküsünün içinde, ben çıktığımda bir süre daha orada kaldı aklım.


Müzenin bahçesi de ayrı güzel ama kırk sekiz saatlik bir City Card aldığım için kart geçerliyken görmek istediğim yerleri gezmek için acele ettiğimden orada vakit geçiremedim. Ertesi gün kartımın süresi dolduğunda gidip havlumu serip miskin miskin oturdum, yattım, döndüm yuvarlandım, sırt üstü yatıp bulutları izledim, sarhoş oldum, bulut oldum, mavi gökyüzü oldum, güneş oldum, rüzgar oldum, çimen oldum, müzik oldum. ( Hayır, mantar ya da türevi de yemedim...)
Özetle, ilk defa yalnız seyahat etmek için Amsterdam doğru yermiş. Beni yönlendiren Senem’in dediği gibi güvenli, rahat ve herkes İngilizce konuşuyor. İnsan biraz da ne ararsa onun peşine düşüyor, onu buluyor. Shantaram’da şöyle demişti Lin Bombay için: “Hindistan kalptir, bu şehirde çok fazla aşk var.” Burada da anlayış var, her gelene kucak açmış bir dönem çok fazla mülteci gelmiş. Çok eskilerde yazarlar kitaplarını çıkarabilmek için Hollanda’ya gelmişler. O dönemde “dokunduğunu altına çeviren” Hollanda herkese kapılarını açmış, “Liberté, égalité, fraternité” yani özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sunarak. Bugün ise çok fazla turist geliyor, akın akın dünyanın her yerinden gelen değişik kültürlerden insanlara Amsterdam anlayış gösteriyor. Kimseyi ötekileştirmeden, dışlamadan çemberinin içine alıyor gerekli süre için, sonra yenilerini bir kez daha...

Bu gezi benim kendime doğumgünü hediyemdi. Gezmek güzel ama esas hediye döndüğün yer, kendi hayatın olmalı. Ona da kaldığımız yerden yeniden başlıyoruz, bütüne bir adım daha yaklaşmış olarak...

11 Haziran 2016 Cumartesi

HAMAM BÖCEKLERİ VE ÇELİN


Garip bir sitede yaşıyorum. Sırf oturduğum binada bir köy nüfusundan fazla insan yaşıyor. Ben henüz en yakın komşularımla bile karşılaşmadım. Yirmi bir katlı binada yüzünü bile görmediğim insanların üzüntüsü, öfkesi, nefesi, telaşı birbirine karışıyor bana göre. Böyle balık istifi yaşamaktan hoşlanmıyorum. Eve girer girmez elimde iki dal adaçayı, yakıp bütün evi ( bütün ev dediğim beş adımda bitiyor aslında) gezdiriyorum. Zaten çok insancıl biri sayılmam, bir de bir-iki-beş-yirmi beş metre ötemde yaşayan insanların enerjilerini istemiyorum evimde. Bir de annemin arkadaşlarından öğrendiğim sirkeli su hadisesi var, ama fazla kokuşuk olduğu için bundan bahsetmek istemiyorum. 

Bir akşam uzatılmış mesaiden eve dönerken sitenin yan kapısından girdiğimde garip, renkli bir şeye takılıyor gözüm. Önce birinin ağacın gövdesini boyadığını sandım. Sonra bir daha bakınca yorgunluktan saçma bir şey gördüğümü düşündüm çünkü ağacın kocaman gövdesinde renkli mandalalar gibi örülmüş dantelden bir elbise olduğunu görüyordum. Yaklaşıp seyretmeye başladığımda esas enteresan olan benden başka kimsenin bu kostümlü ağacı bakmaya, şaşırmaya değer bulmamasıydı. Bahçıvanlardan biri geldi, sordum, ağaca bunu sitede oturan birinin yaptığını öğrendim. Sanırım evimden kovaladığım komşu enerjilerinden biri zararlı değil, renkli ve eli becerikli birine aitmiş, ve tabi bir ağaç giydirecek kadar deli.

Her akşam eve girmeden Niku’yla biraz zaman geçiririm. Bir akşam oldukça geç bir saatte  Niku’nun göz damlasını yapmak için zavallı kediciği çekiştirirken bir çift gözün bizi normalden biraz fazla izlediğini fark ettim. Köpeğiyle bankta oturup, diğerlerini kovalayıp sitenin en çirkin kedisiyle konuşan bir insan gördüklerinde biraz izliyorlar beni, buna alışığım ama bu seferki yanımıza gelip ilacın adını ve kediye ne olduğunu sordu. Anlattım, bu beyefendi meğersem göz doktoruymuş. Niku’yu biraz daha fazla çekiştirerek ona doğru çevirip gözlerini görebileceği şekilde uzattım. Benden önce fark edip müdahale etmediği için kendine söylendi çünkü onların da kedileri varmış. Bana o damla işe yaramazsa kullanmam için başka bir ilaç söyledi. Biraz kediyle sonra da Kukiş’le ilgilendi, iyi geceler dileyip binasına girdi. Evimden enerjisini boşuna kovaladığım bir diğer komşu da şifacı ve kedici çıktı. Dediği ilacı kullandığımda Niku’nun gözleri daha iyi olmaya başladı, artık parmağımı takip edebiliyor, ışığa tepki veriyor ve göz kapakları büzüşmüş gibi durmuyor. 

Ah bu benim ön yargılarım, check valve gibi kendimi kilitleyiveren iletişimsizliğim... Eskiden beri sarmal sorunsalımdır insan sevgisinde kıt oluşum. Bunu çok kurcaladım, nasıl sevilir insanoğlu mesela trafikte gereksiz yere sarı düştüğünde korna çalmaya başlayan beş para etmez yaratıklar? Nasıl sabır gösterilir bunlara? Binbir çeşit zekasıza katlanmanın yolunu bana çok zaman evvel birisi öğretmişti, şeytan gibi zeki ve tabi ki hiç hümanist olmayan birisi: Biz onlar gibi değiliz, onlar hamamböceği, fazla kafana takma onları. Bu bilgiyle zor zamanları bir miktar kolaylaştırabildim. Mesela masasının başında oturmuş, tırnaklarını yiyip tükürerek etrafa emirler yağdırmaya alışmış devasa bir hamam böceği karşısında hayal gücüm beni böcekler aleminin çok renkli dünyasında gezdirirken... 

Böcekler arasında yaşamak insanın ızdırabını bir miktar giderse de bilenlere sormaya, anlamaya çalıştım, nasıl edinilir insan sevgisi? Sadece bir özden oluştuğumuzu bile kabul etmek bu kadar zorken bazılarıyla... Anlayamadım, tuttuğum bütün iplerin ucu boşa çıktı. Derken bir şey fark ettim, o bulamadığım tahammül ya da sevgi bir kenarda dursun, çevremde bir şekilde yoluma çıkmış herkesin bir şekilde saygıya değer olduğunu çok iyi hazmetmiştim. Kolayca söyleyebilirim ki, insanlar şanslarını çok fazla zorlayarak hamamböceği moduna geçmedikleri sürece benden hep saygı gördüler. Mesela ne kadar tam tersi empoze edilmeye çalışılsa da kimseyi çok geçerli bir sebebim olmadığı sürece beş dakika bile habersiz bekletmedim. İşinin gücünün arasında özel isteklerde bulunmadım, müziğin sesini bile etrafı rahatsız edecek kadar açmadım. Belki özümüz bir diye bana göre yanlış olanları kabullenip herkese kalbimde bir yer açamadım ama en azından herkesin varlığına bir saygı duyup bilinçsiz de olsa böyle davranmışım bugüne kadar. Bunun karşılığı aynı şekilde gelmediğinde de hiç bir zaman içlenip nefret etmedim insanlardan. Ne de olsa bütün saygıma rağmen neticede ben de sevgisizdim onlara karşı. 

Çiçek, böcek, ağaç ve kedi. Benim öğretmenim bunlar. Mesneviyi an itibariyle bir kenara atıyorum. Belki çevirenin bok yemesi, belki kitabın özünde var ama her ne olursan ol yine gel diye peşine düştüğüm felsefenin içinde “kadın gibi eksik olma” , “hayvanda sevgi noksandır” diye cümleler okumak hoşuma gitmedi. Kütüphanemde bile tutmayacağım, isteyen olursa seve seve veririm kitabı. Belki benden daha büyük bir sevgiyle peşine düşüp güzel birşeyler edinen olur bu kitaptan. Ben başka yerde aramaya devam edeceğim aşkı.

29 Mayıs 2016 Pazar

ANKET




Çocukken anket defterlerimiz vardı, sorular sorar insanları tanımaya çalışırdık. Çocukken işe yarardı belki, büyüyünce olmuyor. Her birimiz döne döne hayatımızdaki insanlara ne kadar uzak olduğumuzu keşfediyoruz. Ağızdan çıkanla yürekten geçenin arasında uçsuz bucaksız okyanuslar var. İşimiz rol yapmak, hepimizin kendine göre birer görüneni var, çok az kişi görünenin arkasını merak ediyor, onların da çok azı merak ettiğini öğrenebiliyor. İnsan kendini açmamaya meyilli. Kilitli sandıklarımızın içi karmaşa dolu, dışımız panayır alanı. Hep söylerim, bu devrin insanı değilim, asla da olamayacağım. Ben Çelin, şamaniçe, kendi kendinin hekimi, hakimi, nefes almayı öğrendiğim günden beri ip üstünde dengede kalmaya çalışıyorum. 

Şirketler işe alacakları adaylara sorarlar,yoğun  stres altında çalışabilir misin diye. Çok antipatik bir sorudur bu. Çalışma ortamındaki dengesizliği açık eder aslında. Gerçek hayatın demosudur, kaçma şansın olmadığında ve stresle başbaşa kaldığında nasıl davrandığın seni sen yapan şeylerden biridir. Bir arkadaşım vardı, istediği olmadığında şımarık bir çocuk gibi ağlamayacağını, bunu kabullenebileceğini söylemişti. Benim hayatımda duyduğum en büyülü cümlelerden birisi oldu, cebime koydum bu cümleyi. İhtiyaç anında çıkarıp kullandım defalarca, her seferinde de o arkadaşımı andım. Nefes almayı öğrendiğim günden sonra tanrı bana kabullenmeyi de öğrenmem için bir arkadaş göndermişti. 

Sanırım herkesin birbirinin hayatına dokunduğu sihirli anlar var. Bazen yaptığımız hatalar bir ışık yakıyor hayatlarımızda. Yapmamamız gereken şeyleri yaptıktan sonra bir melek gelip kulağımıza fısıldıyor, “Bu sefer sınavı  geçemedin, ama iyi bir ders aldın. Hadi bakalım tekrar dene...” Uykuyla uyanıklık arasında yol giderken düşündüm ben bugün, insan ne kadar çok müdahale ediyor. Akışına bırakmak lazım bazen. Yüklenip yüklenip bir an kaçmaya çalıştığında en azından doğru yöne kaçmayı bile beceremiyorsun sonra. İçinde kabullenemediğin, kavga ettiğin neyse aslında senin parçan. Kendi bütününü kabul etmeden eksiğini tamamlayamaz ki insan. 

Şamanlar doğanın güçlü ruhlarıyla iletişime geçebilmek için kuş motifli elbiseler giyermiş. Tweety’li bir tişörtüm olsa daha iyi bir şamaniçe olabilirdim galiba. Ben Çelin, bugün kendimin hekimi.  En sevdiğim müzik kuş cıvıltısı, en sevdiğim renk denizin mavisi. En korktuğum şey birine veya bir şeye zarar vermek. En son dün gece birini aldattım, kendimi. En son iki hafta önce birini ağlattım... 
Tevrat’tan bir cümle, ne oldu ise olacak odur, ne yaşandı ise yaşanacak odur. Güneş altında yeni bir şey yok. Hepsi boş ve yeli tutmaya çalışmaktan ibaret...